Stresle Baş Etme ve Hayır Diyebilme Yöntemleri

Zihin ve beden kavramlarının neye işaret ettiğini düşündüğümüzde bu iki kavramın birbirinden ayrı şeyler olmadığını, birbirini etkileyen kavramlar olduğunu içgüdüsel bir biçimde biliriz.

Ancak modernite, bu iki kavram arasında bir ayrışma olduğu düşüncesini beraberinde getiriyor.

Bir hastalığımız ortaya çıktığında modern tıp  literatürü ve tedavi yöntemleri, bedeni zihinden ayrı bir gerçeklik gibi ele alarak, sadece hastalığın semptomlarını iyileştirmeye yönelik ilaç sektörünün alabildiğine geniş bir yelpazede hormonal vb. dengeyi sağlamaya yönelik tedavi seçeneklerini sunuyor.

Fakat bedeni zihinden ayırarak kavramaya çalışmak, insanları büyüdükleri, yaşadıkları, çalıştıkları oynadıkları, aşık oldukları ortamdan soyutlayarak hastalığı ele almak çoğu hastalık için tek başına yeterli gelmeyebilir.

Oysa ki, kimi hastalıklar ortada hiçbir sebep yokken, öylesine hayatınıza girmez. Özellikle çocukluk yaşantımızda şekillenen ve öz benliğimizin bir parçası kabul edilecek kadar derin ve ustaca yerleştirilmiş programlamalar neticesinde yarattığımız gizli stresler sağlık durumumuzu etkiler.

Tam da bu noktada “Psikonöroimmünoloji” adı verilen tıp alanından bahsetmekte fayda var.

Psikonöroimmünoloji, zihin ile bedenin etkileşimlerini, insan gelişiminde ve yaşam boyu sağlıkta ve hastalıkta duygular ile fizyolojinin ayrılmaz bütünlüğünü inceleyen bir alan. Ruhumuzun ve duygularımızın vücudun sinir sistemi ile sıkı sıkıya nasıl bir etkileşime geçtiğini inceleyen bir bilim dalı.

Bu bilim dalına bağlı yürütülen çalışmalar, kökeni henüz bilinmeyen birçok hastalığın, skleroderma gibi hastalıkların ve romatizmal hastalıkların büyük bir çoğunluğunun, iltihabi bağırsak hastalıklarının şeker, vb. hastalıkların, kişinin duygusal maskelerinin ve sürekli var olan bir stresin neden olduğu biyolojik bir yanıt olabileceğini ortaya koymaktadır.

Yani diğer bir deyişle kimi hastalıklar, çocukluk yıllarımızdan başlayan duygusal deneyimler, kodlamış olduğumuz sağlıksız inançlar ve bu inançların bilinçaltı yönlendirmesiyle yaptığımız davranışlar sonucunda bedenimizin bizi uyarma şekli olabilir.

Ruh, beden, zihin dengesi bir insanın bütünlüğü açısından elzemdir. Hastalıklar da bize bu dengenin bozulduğunu işaret eden pusulalar olarak karşımıza çıkabilir.

Bağışıklık sistemimiz, günlük hayatta yaşadıklarımızdan bağımsız olarak çalışmaz. Örneğin; genç ve sağlıklı bir öğrenci, üniversitede sınav döneminde bağışıklık sisteminin olumsuz etkileriyle çeşitli ağrılar yaşayabilir.

Yine benzer bir şekilde araştırmalar, yalnızlık duygusunun bağışıklık sisteminin yok olmasıyla sonuçlanmasına neden olabildiğini ortaya koymaktadır.

Birçok insan farkında olmadan tüm yaşantısını, ne pahasına olursa olsun memnun etmeleri gereken güçlü ve eleştirel bir müfettiş gözetiminde gibi geçirir. Çoğu kişi, belki yalnız değilse de en temel ihtiyaçlarımızı tanımayan ya da doyurmayan, duygusal açıdan yetersiz ilişkiler yaşar.

Stresle Baş Etme ve Hayır Diyebilme Yöntemleri

Stres, hastalığa nasıl dönüşebilir?

Stres, güçlü duygusal uyarıcılara verilen karmaşık fiziksel ve biyokimyasal bir yanıttır. Fizyolojik açıdan duygular, sinir sistemimizdeki elektriksel, kimyasal ve hormonal yükleri boşaltır.

Duygular, iç organlarımızın işlevini, bağışıklık savunmalarımızın bütünlüğünü ve vücudun fiziksel durumunun yönetilmesine yardımcı olan dolaşımdaki birçok biyolojik maddenin çalışmasını etkiler ve aynı zamanda bunlardan etkilenir.

Bu konuyla ilgili Dr. Gabor Maté, Vancouver Hastanesi Palyatif Bakım Servisinde çalıştığı 7 yıl boyunca kanser, ALS-motor nöron hastalığı, ülser, multiple skleroz, kronik yorgunluk sendromu, fibromiyalji, migren, cilt hastalıkları gibi birçok hastalık nedeniyle tedavi gören insanlarda aynı kalıpları gözlemlediğini ifade ediyor.

Mate’ye göre, ciddi hastalıklarla boğuşan hastaların hemen hepsi yaşamlarının önemli bir alanında “hayır” demeyi öğrenememiş kişilerdi.

Aile içinde, arkadaşlarımız arasında ya da çalışma hayatında hayır demekte zorlandığımızı hissediyorsak neler yapmalıyız?

Öncelikle şunu hatırlatmakta fayda var.

Her koşulda tamamen kendi istek ve arzularımızın ışığında hareket etmek gerçekçi bir beklenti değil. Elbette bazen, kimi koşullar, duygu ve arzularımızla çatışan kararları yerine getirmek zorunda bırakabilir. Burada ölçü, bu tarz kararların ne derece hayatımızda yer bulduğu. Bu kararlar, içinde bulunduğumuz koşullarda, karşı tarafa zarar vermeden ve kendi benliğimizi de yaralamadan pek nadir mi gerçekleşiyor?

Yoksa özümüzü, kim olduğumuzu yaralayacak kadar fazla mı?

Eğer cevabınız fazla olduğu yönündeyse, ihtiyacınız olan şey, ‘özdüzenleme’. Ross Buck’a göre özdüzenleme, “kısmen kişinin kendi hisleri ve arzularıyla uygun ve tatmin edici bir şekilde başa çıkabilme becerisi olarak tanımlanan duygusal yeterliğe ulaşmasını içermektedir.”

 Duygusal yeterlik şunları gerektirir:

– Duygularımızı hissetme kapasitesi; ki böylece stres yaşadığımızda bunun farkına varırız,

– Duygularımızı etkili bir şekilde ifade edebilme ve böylece ihtiyaçlarımızı ortaya koyma ve duygusal sınırlarımızın bütünlüğünü koruma becerisi,

– Mevcut duruma ait psikolojik tepkiler ile geçmişin kalıntılarını temsil eden psikolojik tepkiler arasında ayrım yapabilme becerisi. Dünyadan istediğimiz ve talep ettiğimiz şeyin çocukluktan gelen, bilinçaltında yer alan tatmin edilmemiş ihtiyaçları değil, mevcut somut ihtiyaçlarımızı karşılaması gerekir.

Geçmiş ile şimdiki zaman arasındaki ayrımlar bulanıklaşırsa, aslında olmadığı halde kayıp veya kayıp tehdidi algılarız ve başkalarından kabul veya onay elde etmek adına bastırmak yerine, karşılanması gereken gerçek ihtiyaçların fark edilmesi.

 

Çocuklukta öğrenilen hayatta kalma öğretileri ya da psikoloji literatürüyle savunma mekanizmaları olarak adlandırdığımız düşünce yapıları bize zarar veriyor olabilir.

Bunu anlamanın yolu hayatımızda yolunda gitmeyen şeylere bakmak ve hikayemizde değiştirmemiz gereken o sağlıksız inanç kalıbını ve sağlıksız savunma mekanizmamızı keşfetmektir.

Keşfettiğiniz şeyin dönüşümü ardından gelecektir. Bugün hayatınızın kontrolü bilincinizde değil, bilinçaltınızdadır ve bilinçaltı zifiri karanlık bir odaya benzer. Işıkları açmaya cesaret edemezseniz, neyle savaştığınızı asla bilemezsiniz. Şifa sizin o ışıkları açmanızla gelecektir.

Duygularınız kilit noktalarınızdır. Onlara kulak verin. Her duygu özeldir; suçluluk, öfke gibi sevmedikleriniz bile. Bastırdığınız her duygu karşınıza daha güçlenmiş olarak çıkar. Ünlü fizyolog Walter Cannon’ın telkin ettiği üzere, bedenlerimizde bir bilgelik yatıyor.

You may also like...

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir