İlk Çağ ve Orta Çağ’da Ruh Kavramı
İnsanı diğer canlılardan ayıran temel özellik sadece merak değildir.
Zira merak güdüsü Homo Sapiens olmayan diğer hayvansal karbonik yaşam formlarda, hatta bitkilerde bile kendine özgün çok kısıtlı şekilde olduğu bilimsel tez olarak ileri sürülebilir. Hayvanlar için düşünüldüğünde, karga üzerinde yapılan bilimsel deneylerde analiz kavramı belli ölçülerde kendini göstermiştir. Aynı şekilde dinsel açıdan hayvanlarda kendilerine özgün dil mevcudiyetinin ötesinde, analiz yeteneğinin de olduğu belirtilmiştir.
Neml Suresi 18. ayetinde Süleyman Peygamberin karıncaların yolu üzerinden geçme nedenselliği ifade edilerek, ezilme riskinin sonuç olarak çıkacağı analizi bir karınca zekasında ortaya çıkabilmektedir. O halde insanı hayvanlardan ayıran etkili özellik; analiz dışında, analizin derin boyutlarda ve farklı değişkenliklerden yeni düşünceler üretilerek gerçekleşmesidir ki, buna sentez denir.
Daha farklı deyişle sentezin oluş hali olan sentetik düşüncenin insanda oluşmasıdır. Bu noktada, elbette insanı hayvandan ayıran temel içgüdü olan ‘istek’ eylemi ve onu da motive eden merak güdüsünü dikkate almak gerekir. Bütün bunlar, insana bilimsel bilgiyi elde etme ve paradigma kurma yeteneği kazandırmıştır.
İnsan, İlk Çağ’dan bu yana ‘zekice düşünebilen hayvan’ tanımlanması dışında ‘metafizik yapan hayvan’ tanımlamasına da girebilecek çalışmalara yönelmiştir. Dolayısıyla hayvanlardan ayrılan diğer yönü, merak yeteneği doğrultusunda kozmosu araştıran tek varlık olma özelliğine sahip olmasıdır. Bu da felsefenin ortaya çıkmasını ve bu zaman çizelgesinde felsefi sorulardaki çeşitliliği artırmıştır. Bu sorulardan başlıca öneme sahip olan bir konu da ruh meselesidir.
Ruh-madde-idea(tümel gerçeklik) ilişkisi bağlamında analitik ve sentetik düşünceler ortaya konulması çağlar boyunca söz konusu olmuştur.
Ruh ve madde arasındaki ilişkinin incelendiği açılımlar ve teoriler, ortaya konulan ontolojik (varlıkbilimsel) hassasiyetin insanda ne denli yüksek düzeyde olduğunu göstermektedir (Bayraktar, 2003: 15-16). Zaten ruh kelimesi Latincede ‘Anima-Animus’, Yunancada ise ‘Psykhe’ demektir (Akarsu, 1984: 147).
Platon ruh kavramını zihninde inşa ederken öğretmeni Sokrates’ten de etkilenmiştir. Sokrates’e göre ruh olmadan beden ontolojik açıdan mümkün değildir. Ruh ve beden eşanlı mümkün olup, ayrı olması canlılık manasında söz konusu değildir. Ruh bedenle birleştiği ölçüde insan denilen varlık bir anlama kavuşacaktır. Ruh kavramına yüklenilen mana Eski Yunan’da hem materyalist hem de tinsel açıdan söz konusudur.
Konuya sadece maddesel ve duygusal yaklaşımlar söz konusu iken Pythagoras ve Anaksimenes ise dinsel bir içerik kazandırmıştır. Sokrates ise daha da ileri gidip ruha bilinç atfederek insandaki bilinç-karakter ilişkisinin ruhta oluştuğunu belirtmiştir. Böylece ahlakın konu başlıkları veya ilkeleri olan erdem, cesaret, adalet, nezaket gibi kavramların ruhla birlikte anlam kazandığını ifade etmiştir.
Platon ise Pythagoras’ın düşünsel ikliminden yola çıkarak ruh ile hakikatteki bilgi arasında bir ilişki kurmuştur.
Ona göre geçici olmayan bilgi hakikate ulaştırır ve bunu da sağlayacak olansa ruh kavramının idealar alemiyle bağlantısıdır. İdealar nasıl sonluk ifade ediyorsa ruh da aynı sonsuzluk içeriğine göre ele alınmalıdır (Kaya, 2013: 173-174).
Ruh kavramının tanımlanmasında Aristoteles’in etkisi yüksek olmuştur. Zira Orta Çağ’da İslam dünyası ve oradan tercümelerle Avrupa felsefe çevreleri Aritoteles’den etkilenmiştir. Aristoteles ruh kavramını açıklarken öncel filozofları eleştirmiştir.
Ona göre öncel düşünürler ruhu hareket kavramına mahkum ederek ikna edici ve detaylı bir açıklama yapamamıştır. Yine ona göre hareket ile ruh arasında zorunlu ilişki kurmak ve hareketsizliği ruhun dışında tutup basitleştirmek hata idi. Aristoteles, dönemindeki düşüncelerden farklı ve radikal bir açıklama getirerek ruhun hareketsizliğini savunmuştur.
Hareket doğada ortaya çıktığında ruhun hareketliliğini savunmak, ruhun dolaylı da olsa kanıtlanabileceğini gösterir. Oysa ki, böyle bir kanıtlama şimdiye kadar söz konusu olmamıştır. Görüldüğü üzere Aristoteles, bilimsel çerçevede konuyu ele almaya gayret ederek gerçekçi bir bakışı idealist açıklamalara tercih etmiştir.
Ontolojik olarak ruh; varlık tözü (cevheri) dışında bağımsız bir töz olarak düşünülemez.
Ruh ancak bedenle birlikte düşünülmelidir. O halde ruhu bedenle hatta beden gibi düşünmek, realist bir açıklama olarak düşünsel zayıflık göstermez. Böylece Aristoteles ruhu biçim (form) olarak betimlerken bedeni de madde olarak tasarımlar.
Hareketsiz olan ruh, hareketli bedeni de yönlendirme gücüne sahiptir. Ruh çıkarıldığında geriye gizilden devinime dönüşmemiş bir enerji birikimi olan salt beden kalır. Bu durumda, yönlendirici ruh zorunlu bir kontrol merkezi olarak çalışmaktadır (Hallaçi, 2013: 29-30).
Plotinus ise ruh-beden ilişkisini kendine özgün sudûr nazariyesiyle4 birlikte açıklayarak, özellikle İslam dünyasındaki tasavvuf ekolüne kılavuzluk etmiştir. Farabi’de bu tarzda hareket edip Aristoteles-Plotinus’dan yola çıkarak ruh ve nefis kavramlarına yönelik bir bakış geliştirmiştir (Hallaçi, 2013: 29-30). Orta Çağ felsefi ikliminde de Aristoteles’in ruh-beden ilişkisine dair görüşleri derin etkiler bırakmış ve bu konu üzerine Thomas Aquinas iyice yoğunlaşmıştır.
Aquinas ve diğer takipçi düşünürlerin ortaya koymaya çalıştıkları ise, Eski Yunan felsefesindeki ruh öğretilerini İncil paralelinde ele alıp bir nevi senteze başvurmak idi. Aquinas’ın psikoloji tarihindeki önemi Descartes ile başlayan felsefenin Batı dünyasında büyük hamlesine öncülük etmesidir.
Zira Aquinas’ın geleneksel birikimleri sistemli şekilde derleyip bırakması, başta Descartes olmak üzere birçok önemli filozof için ciddi bilgi kaynağı olmuştur. Descartes ise Aquinas’ın açtığı yolu dinsel kaynak dışında doğa bilimleriyle tamamlamıştır (Bruno, 1996: 21-22). Bu da, XIX. yüzyıl modern psikoloji anlayışının doğmasında ilk çekirdek sayılabilir.